Vehb bin Münebbih’in anlattığına göre, gökte geçen seyahatlerinden birinde Hz. Süleyman’ın yolu bir sahile uğramıştı. Denizin iri dalgalarına bakarken deryanın tabanını merak etti. Havâî bineğinden inip yere tahtına oturdu. Sonra dalgıçların başkanını çağırıp: “Bana yüz dalgıç seç” dedi. Seçimden sonra “bunların içinden 30’unu seç” dedi. Daha sonra, 30’dan 10; 10’dan da 3 kişi seçtirdi. Bunlardan birine: “Denize dal ve bana dibinden haber getir” emrini verdi. Dalgıç geri döndüğü zaman, neler gördüğünü sordu. O da dalgalar, balıklar ve büyük bir sultandan gayri nesne görmediğini ve sultanla arasında geçen konuşmayı anlattı. Dalgıcın Hz. Süleyman’dan aldığı emri dinleyen sultan, Hz. Süleyman’a selâm göndermiş ve 40 yıldan beri bu denizin dibini keşf için müteaddit defalar teşebbüsler yapıldığını ve fakat hiç birinin muvaffak olmadığını, bu teşebbüs sahiplerinden birinin düşürdüğü keserin 40 yıldır tabana doğru gittiği halde henüz dibe ulaşmadığını söylemiş. Dalgıç gelip bunları Hz. Süleyman’a anlattı ve Hz. Süleyman dinlediklerinden hayrete düştü.
Vehb’in ifadesine göre Hz. Süleyman deniz kenarında iken dalgaların arasında bir kubbe gördü. Dalgıçlara emir verip getirtti. Kubbe sahile konunca, ikişer kanatlı iki kapı açıldı ve içinden sütten daha beyaz giysili, başından sular damlayan bir genç çıktı. Genci Hz. Süleyman’ın huzuruna getirdiler. Hz. Süleyman ona cinlerden mi, insanlardan mı olduğunu sordu.
O, insanlardan olduğunu söyledi ve mâcerasını şöyle hikâye etti:
“Benim yaşlı bir annem vardı. Ben ona yedirir, içirirdim. Ve gerekli hiçbir hizmetini ihmal etmezdim. Öleceğine yakın bana duâ etmesini istedim. Başını göklere çevirdi ve: ‘Yâ Rab, oğlumun bana nasıl iyilik ettiğini biliyorsun. İblis ve avanesinin tasallutundan uzak bir yerde ona ibâdet etmeyi lutfet, dedi ve öldü. Kendisini defnettikten sonra bir gün buraya geldim ve bu kubbe ile karşılaştım. İçine girmeyi arzu ettim. Girince de kapıları kapandı ve dalgalar deryaya sürükledi” dedi. Hz. Süleyman, yiyecek ve içeceğinin nereden geldiğini sordu. O da: “gece vakti olup karanlık basınca beyaz bir kuş gagasıyla beyaz bir şey getirir ve bırakır. Onu yiyince doyarım” cevabını verdi. Gece ve gündüzü nasıl bildiği yolundaki bir soruya da, “kubbede beyaz ve siyah iki ip bulunduğunu, beyazın beyazlığı artınca gündüz; siyahın siyahlığı artınca da gece olduğunu anlarım” dedi ve gene yerine çekilip gitti.
Vehb bin Münebbih’in hayalhanesinde imal ettiği bu hikâyeleri sağlam bir zemine oturtmak ve sıhhatlerini garanti etmek imkânsızdır. Bitmez tükenmez bir mesai ile hurâfeleri müslümanlar arasında yayan bu zâta ve onunla aynı paralelde çalışan Kâ’bu’l-Ahbar’a hayret etmemek mümkün değildir.