29 Temmuz 2015 Çarşamba

Kendiliğinden Yanan İnsanların Gizemi

Uyarı: "Yazıya başlamadan önce daha önce paylaşmış olduğumuz Yürüyen Kayaların Gizemi ve Cinler yazımızı okuyup ayetler eşliğinde ki esrarengiz olayların olabileceğini görüp sonra Yanan İnsanlar yazımızı okumanızı tavsiye ederiz. Zira yazının içerisinde de olduğu gibi ortaya atılan ve sonra çürüyen teorilere kitabımız güzel bir cevap vermiştir. Bilinmeyen hiç bu kadar düşündürücü olmamıştı. Keyifli okumalar"

2006 yılında, Fransa’nın bir köyünde yalnız yaşayan 57 yaşında bir adam, evinde yanmış halde bulundu. Başı, göğsü, kolları ve ayakları neredeyse sapasağlamdı, ama vücudunun karnından bacaklarına kadar olan kısmı tamamen kül olmuştu. Yanmış bedenin birkaç santim yanındaki gazeteler, hasır iskemle, ve diğer nesneler isten kararmış, fakat yanmamışlardı. Evin kapısı içeriden kilitliydi ve anahtar içeriden kilide takılmıştı. Kapıyı kırmaktan başka içeri girme yolu yoktu.

Yine 2006’da, 55 yaşında bir adam Cenevre’deki evinde ölü bulunduğunda bedeninin dizlerinden göğsüne kadar olan kısmı, kemikleri dahil, bütünüyle küle dönmüştü. Fakat başı, bacaklarının alt kısmı ve ayakları çok az zarar görmüştü, çorapları ve ayakkabıları hâlâ üzerindeydi. Ceset halının üzerindeydi ve halının sadece cesede temas eden kısmı yanıktı, vücudun etrafındakı kısmında hasar yoktu. Ahşap mobilyalar, kanepe, masa, çok yakında olmalarına rağmen yanmamışlar ama yağlı, sarımtırak bir maddeyle kaplanmışlardı.

Bu vakalar, ve nice benzerleri, adli tıp araştırmacılarının alışık olduğu yanmalardan ve olağan ev kazalarından çok farklı özelliklere sahip. Geçmiş yüzyıllardan bu yana defalarca benzer nitelikte vakalar anlatılageldi. Bu olguya, 19. yüzyıldan kalma (ve artık yanlış bulunan) bir terimle Ani İnsan Yanması (Spontaneous Human Combustion) adı veriliyor.

Bu tür yanmalara dair bilinen en eski yayın 1663’de, Paris’te yatağında yanarak ölen, ama yatağının çoğu ateşten etkilenmemiş olan bir kadına dair bir rapordur. Ondan seksen yıl sonra, 1745’te Philosophical Transactions of the Royal Society‘de başka bir vaka aktarıldı: 62 yaşındaki zarif ve asil Cesena Kontesi Cornelia Baudi, 1731 yılında bir sabah yatağıyla penceresi arasında bir kül yığını olarak bulunmuştu. Kül haricinde geriye sadece çoraplı bacakları kalmıştı, odadaki eşyalar yangından etkilenmemişti. Makalede “En iyi açıklama, içten gelen bir ateşle yanmış olduğudur” diye yazıyordu.

19. yüzyılda İngiltere ve Fransa’da yeni vakalar rapor edildi. 1832 yılında yazılan bir derleme, 1692 ve 1829 arasında gerçekleşen on dokuz ani yanma vakası listeledi. Kurbanların çoğunun sık sık veya sürekli olarak alkol aldığı belirtildi. Tartışmalar başladı, ama vakaların nadirliği yüzünden veriler yetersizdi. Ani yanma diye bir şey olmadığını, ifadelerin güvenilmez olduğunu söyleyenlerin yanı sıra, kurbanların çoğunun alkolik ve Viktoryen ahlâkın sınırlarını zorlayan insanlar olmasına işaret ederek, tanrının gazabı olduğunu ima edenler de vardı.

1888’de British Medical Journal’da yayınlanan bir raporda, samanlıkta uyurken yanarak kül olan bir adamdan bahsedildi. Elleri ve sağ bacağı kopup aşağıdaki ahıra düşmüştü. Doktor, yakındaki saman yığınının ateş almadığına bakarak, ateşin dış sebeplerden değil, kurbanın içinden başladığına kanaat getirdi. “Kurban aşırılığa kaçan davranışları ile bilinirdi” diye yazarak, arif olan anlar demeye getirdi.

Dönemin ruhçuluğa ve “paranormal”e yatkın romantik havasında, “cehennem ateşi” imgesi ve nokta vuruşlu ilahi gazap algısı, ani yanma olayını mistik bir hâleye büründürmüş olsa gerek. Nitekim ani yanma, dönemin edebiyatında Dickens, Zola, Balzac, Twain, Verne gibi yazarların eserlerinde yer bulur. Belki biraz da bu mistik hava yüzünden bilimciler ani yanma olaylarına bir süre sırt çevirdiler.

Ancak, 20. yüzyılda benzer vakalar görülmeye devam etti. Adli araştırma yöntemlerinin gelişmesi sayesinde daha ayrıntılı belgelemeler yapmak mümkün oldu.

Mary Reeser’in 1951’deki ölümü en iyi incelenen vakalardan biri oldu. Florida’da yaşayan Reeser, 2 Temmuz 1951 akşamı oğlunu ve torununu ziyaretine geldiğinde uyku haplarını almış, uyumaya hazırlanıyordu. Ertesi sabah bir komşusu onu uyandırmaya geldiğinde kapı kolunun tutulamayacak kadar sıcak olduğunu gördü. İçeri girildiğinde odanın dumanla kaplı olduğu görüldü. Odanın ortasında, içinden tek bir bacak çıkan bir kül yığını vardı. Tavandaki kiriş hâlâ küçük alevlerle yanmaya devam ediyordu, ama diğer eşyalar isle kararmalarına rağmen yanmamışlardı.

Aynı korkunç kader başka yer ve zamanlarda tekrarlandı. 8 Kasım 1964’de Helen Conway, Pennsylvania’daki evindeki koltukta, bacakları sapasağlam ama geri kalanı kül olmuş olarak bulundu. 5 Aralık 1966’da Dr. John Irving Bentley aynı kadere Coudersport, Pennsylvania’daki evinin banyosunda yakalandı, geriye sadece bir bacağının dizden aşağısı ve giydiği ayakkabısı kalmıştı.

Bu şanssız insanların akıbetleri fotoğraflarla kayda geçti. Bu fotoğraflar çok itici ve korkunç olduklarından bu yazıya hiçbirini eklemedim. İlgilenenler verilen isimlerle internet araması yaparak veya kaynaklara bakarak resimleri görebilirler.

Jenny Randles ve Peter Hough, tarihi vesikaları tarayarak 1613 ve 1990 arasında 111 tane ani yanma vakası tespit etti. Bunların çoğu İngiltere ve Fransa’dandı. 1988-2000 arasında Fransa’da beş ayrı vaka [5], 2000-2011 döneminde ise Avrupa ve ABD’de oniki vaka bildirildi [3]. Tarih boyunca bildirilen ani yanma vakalarının toplam sayısı 150-200 arasında.

Uzunca bir zaman “ani yanma” diye birşeyin olmadığı söylenirdi, ama artık adli tıp bu olguyu gerçek olarak kabul ediyor.



Ortak özellikler

Ani yanma terimiyle tanımlanan olaylar, başka yanmalardan farklı özellikler taşıdıkları için şaşırtıcı ve ürkütücü. Bu vakaların hepsinde vücudun orta kısmı, kemikler dahil olmak üzere, tamamen kül oluyor, fakat kafa, kollar veya bacaklar sağlam kalmış olabiliyor. Alelade yangınların kurbanlarında ise tam tersine, en büyük zarar kafa, eller ve ayaklarda görülüyor.

Başka bir şaşırtıcı ortak özellik, cesedin yanı başındaki eşyaların hiç yanmamış olması.

Yanan vücuttaki yağın sıvılaşarak yere akmış olduğu görülüyor.

Kurbanların hiç birinin yanında şiddetli bir ısı kaynağı veya ateşleyici madde bulunmuyor; en fazla sigara, çakmak, su ısıtıcısı gibi basit nesneler var. Bu eksiklik garip, çünkü et, çoğunlukla su barındırmasından dolayı kolay ateş alabilen bir madde değildir.

Kurbanların hepsinin olmasa da birçoğunun kanında yüksek oranda alkol tespit edildi. Bu yüzden 19. yüzyılda alkolün dokuları yanıcı hale getirmiş olabileceği ileri sürüldü. Ancak, alkol safken bile yandığında güçlü bir ateş yaratmaz. Alkol alevinin içinden elinizi rahatlıkla geçirebilirsiniz. Ünlü kimyacı Justus von Liebig, bu hipotezi test etmek için 1851’de yaptığı bir deneyde, %70’lik alkol çözeltisi içinde muhafaza edilen numunelerin Bunsen ocağı alevinde bile tutuşmadıklarını gösterdi. Ne kadar alkol alırsanız alın, etiniz yanıcı hale gelmez.

Kurbanların neredeyse hepsi orta yaşın üstünde, sağlıkları çok iyi değil, ve yalnız yaşıyorlar. Bir kısmı multipl skleroz veya kalp-damar hastalıklarından muzdarip, bir kısmı da sigara ve alkol bağımlısı.

Vakaların kundakçılık ve cinayet olduğuna dair hiçbir delil yok.

Kendini yakarak intihar muhtemel değil, çünkü kendini yakanların giysilerinde yakıt kalıntısı gözlenir, yakıt kabı da cesedin yakınında bulunur.

En büyük acayiplik kemiklerin bile kül olması. Şiddetli yangınlarda veya cenaze ateşlerinde, yumuşak doku tamamen kül olsa da, kemikler geriye kalır. Krematoryumlar, cenazeyi çok yüksek sıcaklıklarda bir iki saat yakarak tamamen külleştirebilirler, ki o zaman bile geriye birkaç küçük parça kalır.

Kemikleri külleştirecek kadar güçlü, ama birkaç santim uzaktaki eşyalara zarar vermeyecek kadar zayıf bir ateş nasıl ortaya çıkabilir?



Fitil teorisi

Vücut yağının ateşi devam ettirecek muhtemel bir yakıt olabileceği 1830’da ortaya atılmıştı, ama daha kapsamlı bir açıklama 1965’te geldi. Adli tıp uzmanı D. J. Gee, yanan bir insanın elbiselerinin vücuttaki yağın tutuşmasını kolaylaştırdığını, böylece uzun süreli, dokuları tamamen tüketen bir ateşin idame ettirilebileceğini ileri sürdü.

Bir kap dolusu zeytinyağının içine attığınız bir kibrit söner gider; yağı bütün halde tutuşturmak zordur. Oysa kabın içine bir fitil koyarak onu bir kandil haline getirirseniz, saatlerce yavaş yavaş yanan bir ateş yaratabilirsiniz. Gee’nin “fitil teorisi” insan yağının da aynı şekilde yandığını öne sürüyor.

Eğer vücudun bir noktasında deri altına inen bir yara veya yanık varsa, oradan çıkan yağ (ki vücut sıcaklığında sıvı haldedir) giysiye bulaşır. Yanarak kömürleşen pamuk veya yün dokuma, yağı azar azar çeken ince gözenekli bir malzemeye dönüşür. Bu ateş çok kuvvetli değildir, ama uzun saatler boyunca yavaş yavaş yanarak bütün vücudu tüketebilir.

Fitil teorisi ani yanma olaylarının birçok ortak özelliğini açıklayabiliyor. İnsan yağı epeyce su barındırdığı için, yandığında fazla ısı vermiyor. Bu yüzden şiddetli alev görülmüyor ve yakındaki eşyalar tutuşmuyor. Deri altında fazlaca yağ barındıran göğüs-karın-kalça bölgesi kül olurken, daha az yağ barındıran veya giysiye temas etmeyen kısımlar etkilenmiyor. Ateşin hükmü sınırlı kalıyor [6].

Bu teoriyi denemek için yapılan ilk deneylerde, bir parça insan yağı, önce bir parça insan derisine, sonra birkaç kat kumaşa sarıldı ve açık alevle tutuşturuldu. Yağ, açık alev olmadan bir saat için için yanarak tükendi.

Harici bir ateşleyici fitil teorisinde kilit rol oynuyor. Ama ev şartlarında böyle bir ateşin nasıl oluştuğu konusunda görüş birliği yok. Bazıları, kurbanların sigara alışkanlığından yola çıkarak düşen bir izmaritin tutuşmaya yol açtığını söylüyor, ama bir sigara yanığının deri yağını açığa çıkarabilecek kadar derin bir yara açıp açmayacağı meçhul. Başka vakalarda yakındaki bir odun sobası, hatta cesetten altı metre uzakta bulunan bir su ısıtıcısı, ateşleme kaynağı olarak gösterildi. Görünüşe göre, her türlü basit ısı kaynağını ateşleyici olarak görme hevesi var.

Adli araştırmacı John DeHaag, fitil teorisini daha gerçekçi şartlarda denemeye tabi tuttu. Domuzların doku ve yağ yapısı insanınkine benzediği için, ilk deneylerinde, temizlenmiş ve buzdolabında saklanmış bir domuz bedenini kullandı. Yeni bir çalışmasında ise insan kadavraları kullandı. Her iki deneyde de, bedendeki yağ yanmanın çok uzun süre devam etmesini sağlıyor, yanan bedene temas etmeyen eşyalar zarar görmüyor. Tavanda, bedenin üstüne denk gelen yerde çok yüksek sıcaklıklar oluşabiliyor. Bu gözlem, tavanın nasıl ateş aldığını açıklayabiliyor.

Böylece, “ani yanma” olaylarının adli tıpta genel kabul gören açıklaması ortaya çıkıyor: Genellikle kurbanlar kalp krizi vb. “doğal” bir sebeple can veriyorlar, ya da uyku ilacı veya aşırı alkol alımından dolayı hissizleşiyorlar. Yakındaki bir ısı kaynağından (izmarit, soba vs) gelen bir tutuşturma sonucu deri deliniyor, yağ açığa çıkıyor. Kurbanların giydikleri veya örttükleri kumaşlar bu yağı emiyor, ve yağın yavaş yavaş yanmasına, bedenin kül olmasına yol açıyor. Vücudun giysili olmayan baş, el gibi kısımları bu yüzden zarar görmüyor. Yakıt vücudun içinden dışarı çıktığı için ve büyük alevler oluşmadığı için çevreye zarar gelmiyor.

Bu açıklamanın kabulünden sonra “ani yanma” terimi artık kabul edilmiyor, onun yerine “devam eden yanma” (sustained combustion) terimi teklif ediliyor. Zaten yanmanın “ani” olduğunu gören kimse yok; tarihteki hiç bir vakada bedenler alevler içinde gözlenmemiş.

Gel gör ki, kadavralı deneylerde ortaya çıkan manzara, olay yeri fotoğraflarındakilere hiç benzemiyor. Gerçek vakalarda eller ve bacaklar bir vitrin mankeninden kesilip konmuşçasına sağlam kalabiliyorken, DeHaag’ın deneyinde bütün vücudun kömürleştiği görülüyor. Bu muhtemelen kadavranın bir yatağa yatırılmış olması ve yatağın dokumasının fitil etkisi yapmasından ileri geliyor. Ancak, daha önemli olan nokta, deneylerde kemiklerin sağlam kalmış olması. Oysa ki olay yeri raporlarına göre kemiklerin kül olması gerekiyor.



Aseton teorisi

Araştırmacı Brian J. Ford, etin tutuşturulmasının çok zor olduğuna, ve fitil etkisiyle bile kemiklerin sağlam kaldığına dikkat çekti ve alternatif bir teori teklif etti [4]. Ford, çok daha hızlı ve kuvvetli bir yanma gerektiğini savunarak, metabolizmadaki bir dengesizliğin böyle bir yanıcılık sağlayabileceğini ileri sürdü.

Karbonhidrat içeren gıdalar aldığımızda kanımızdaki glikoz (şeker) artar. İnsulin hormonu, bu glikoz moleküllerinin başlıca karaciğerde bir zincir haline yani glikojene dönüştürülmesini sağlar. Karaciğerde depolanan glikojen gerektikçe parçalanır ve glikoz olarak kana salınır.

Glikojen depoları tükendiğinde, vücut enerjiyi yağlardan elde etmeye yönelir. Yağlar metabolize edilirken hücrelerin enerji üretmekte kullandığı çeşitli moleküller ortaya çıkar. Uzun süren bir açlığın sonunda karaciğerde bu moleküllerin bazıları, “keton cisimleri” adı verilen moleküllere dönüştürülür ve hücreler enerji üretiminde bu molekülleri kullanırlar. Metabolizmanın bu acil durum planına “ketoz” adı verilir. Keton cisimleri vücutta beş saat içinde kullanılmazlarsa kendiliklerinden parçalanarak asetona dönüşür. Bu aseton idrarla ve nefesle vücut dışına atılır.

Ketoz, uzun süren açlık (sözgelişi oruç) ile ortaya çıkabilir. Nefesle atılan aseton açlıktan nefesimizin kokmasına sebep olur. Ayrıca uzun süren egzersiz, Atkins gibi karbonhidratsız diyetler, aşırı alkol alımı, ve tip-1 diyabet ketoza yol açabilir. Ketosis durumunun sağlığa zarar verdiği düşünülmüyor, ancak aşırı olması kandaki asit-baz dengesini bozacağı için zararlı olabilir.

Ford’a göre, ketoz durumunda vücudun her yerinde çok miktarda aseton bulunacağı için, etin alev alması mümkün olabilecekti. Ani yanma olaylarının ortak özelliği olan bütünüyle külleşme bu şekilde sağlanabilirdi. Dahası, Ford ani yanma raporlarında güçlü mavi alevlerden bahsedildiğini, fitil teorisinin bunu vermediğini söyledi.

Ford, bu teorisini denemek için, bir domuzun karnından, bir insanın 1/12 ölçeğinde biçimlendirilmiş bir parça aldı ve beş gün aseton içinde bekletti. Asetonu iyice emmiş olan et parçası, bir alevin yaklaştırılmasıyla hemen ateş aldı. Yaklaşık bir saat içinde numune kül oldu, fakat iskemleye oturur şekilde yerleştirilen modelin ayakları sağlam kalmıştı.

Sonuç Ford’u çok etkiledi. Eldeki ceset modelinin bacakları sağlam kalmış, üst kısmı kül olmuş görünüyordu. Beklediği gibi, çok hızlı bir yanma gerçekleşmiş ve mavi alevler çıkmıştı.

Bununla beraber, aseton teorisinin açıkları ve eksikleri, alternatifi olmayı iddia ettiği fitil teorisine göre çok daha fazla.

Ford aseton yanışındaki yüksek hızın ve mavi alev fışkırmasının ani yanma raporlarına uygun olduğunu, fitil etkisinde böyle alev görülmediğini, dolayısıyla kendi teorisinin daha doğru olması gerektiğini iddia ediyor. Oysa bilimsel makalelerde ve tarihi kaynaklardaki vakalarda böyle bir gözlem yok. Ford’un verdiği mavi alevli yanma örneklerinden birinin ani yanma olduğu şüpheli, diğeri için ise literatüre değil, bir TV haber programına atıf yapıyor.

Ford’un deneyinde modelin bacakları, alevler yukarı doğru uzandığı için sağlam kalıyor. Eğer yatar durumda olsaydı tamamının kül olması beklenirdi. Aseton teorisi kol, bacak ve kafanın neden sağlam kaldığını açıklamakta yetersiz kalıyor.

Ford yanlış olarak, 1/12 ölçekli model ile gerçek bir kadavranın aşağı yukarı aynı sürede yanacaklarını iddia ediyor. Bu, bir ağaç kütüğü ile ince bir çıtanın aynı sürede yanacağını söylemek gibi birşey. Tam ölçeğe taşındığında hem yanma süresi, hem de yanmanın biçimi çok değişecektir.

Daha da önemlisi, yaşayan insan dokusunda bulunabilecek azami aseton miktarının bu tür bir yanma için yeterli olup olmayacağını bilmiyoruz. Ford beş gün “marine ettiği” on beş santimlik et parçasının içinde ne miktarda aseton bulunduğunu ölçmemiş, ama canlı dokuda bulunabilecek miktardan çok fazla olduğunu tahmin edebiliriz.

Yani, aseton teorisi fos çıktı.



Kötü bilim

Biraz konu dışına çıkıp, “bilimsel” görünen her şeye inanmamak hakkında ahkâm keselim.

Aseton teorisini Ford 2011’de ortaya attı, deneyini ise 2012’de yayınladı. Teori, muhtemelen zayıf noktaları yüzünden, bilimsel çevrelerde pek bir tesir yaratmış gibi görünmüyor.

Ford’un yazdığı makalenin, bilimsel dergilerdeki başka makalelerin aksine, hakem incelemesinden geçmediği çok açık. Bağımsız gözlerle değerlendirilseydi, kolayca bulunabilecek hatalarla yayınlanamazdı. Ford’un The Microscope isimli, pek tanınmayan bir dergide, serbestçe yazabildiği düzenli bir “köşesi” bulunduğu anlaşılıyor, bu hipotez de bu köşede yayınlanmış.

Ford’un hipotezi, popüler bilim dergisi New Scientist‘te yayınlanmasından sonra internete ve çeşitli haber sitelerine yayıldı. Konuya meraklı olup da bir internet araması yaptığınızda öncelikle bu haberlere ulaşırsınız. Teorik bir mekanizma belirlemiş, deneyini de yapmış, demek ki şüpheye yer bırakmadan ispatlamış diye düşünebilirsiniz. Oysa bu iddiaya, önceki çalışmaların da ışığında, eleştirel bir gözle baktığınızda açıklarını görmeniz kolaylaşıyor.

İnternette sık sık “Cambridge profesörü” olarak anılsa da, Ford aslında profesör filan değil (İngilizcede “professor”, “öğretmen” anlamına da gelebiliyor). Herhangi bir konuda uzmanlık diploması yok, hatta üniversite diploması da yok. Cambridge ile tek bağlantısı Sürekli Eğitim Enstitüsü’nde mikroskop meraklılarına üç günlük bir ders vermiş olması.

Ford iki yıl Cardiff Üniversitesi’nde biyoloji okumuş, sonra da kendi ifadesiyle “bilimin gidişatı onu tatmin etmediği için […] üniversiteyi bırakıp bilimsel araştırmaya yeni bir disiplinlerarası yaklaşım getirmek için kendi laboratuarını” kurmuş. Bunda kötü birşey yok, ama bağımsız çalışan bir bilimci de genel bilimsel kriterlere uymak zorundadır.

Ford’un yazdığı çeşitli kitaplar, bilimsel konulara dair hazırladığı radyo ve TV programları var, ama kendisini bir bilim yazarından çok araştırmacı gibi göstermeyi tercih ediyor. Birçok değişik alanda spekülasyon yapmaya bayılıyor, ancak hepsine yabancı olduğu için temel hatalar yapıyor. Sözgelişi, büyük dinozorların karada değil suda yaşamış olması gerektiğini iddia ediyor. Bu iddia paleontologlar arasında yüz küsur sene önce yaygındı, ama artık çürütüldü. Alandaki temel bilgilere sahip olmadan özgüvenli iddialarda bulunması yüzünden epeyce tepki çekti. Ford ayrıca hücrelerin bireysel zekâya sahip oldukları, Darwinizm’in bir din haline geldiği gibi spekülasyonlar yapıyor. Aseton teorisinin de diğerleri gibi kafasına esiveren bir fikir olduğu anlaşılıyor.

Skepticblog’dan Donald Prothero, Ford’u “abartılmış amatör bilim meraklısı ve medya meşhuru” olarak tanımlıyor. “İngiliz bilim camiasında, hiç bir alanda ileri seviye eğitimi veya niteliği olmayan bir çatlak olarak biliniyor. Anlaşılan bütün olayı, pek bilgi sahibi olmadığı farklı bilim alanlarına bulaşıp parlak birşeyler ortaya atarak medyaya konu olmak, ve sonra başka bir şeye geçmek.”

Yani, bilimsel terimler kullanan, bilimsel görünen her şey bilimsel değildir. Bilim disiplininin gerektirdiği özenle yapılıp yapılmadığına bakmak gereklidir. Bu elbette kolay bir şey değil. Ani yanma olayını merak edip okumaya başladığımda aseton teorisine rastlayıp ondan çok etkilenmiştim, ama biraz daha düşünmeye vaktim olması sayesinde açıklarını görebildim. Herkesin bu kadar vakti olmayabilir, veya daha derin inceleme hevesi olmayabilir. O yüzden Yalansavar gibi siteleri takip etmeniz, ve Palavra Tespit Kiti’ni aklınızın bir köşesinde bulundurmanız çok faydalı olur.

ŞUNLARA DA GÖZ ATIN


Metedoran Nedir?


Tılsımlı Kolye Yüzük Ne İşe Yarar? Nasıl Yapılır?


Ev-Ofis Tılsımı (Bolluk Bereket) Tılsımı Nedir? 



Tılsımlı Olan Materyaller / Tılsımda Kullanılan Tılsımlı Olduğuna İnanılan Yiyecekler




















Bu Blogda Ara