Nefs-i Kamile
Nefsin bu halinden sonra Tecelli-i Zât zuhur eder. Bu, seyr ü sülûk’te kemâl noktasıdır. Bu halde Fenâ Fi’llah zuhur eder. İkilik ortadan kalkmıştır.
Görünen kendi zatıdır; “değil sanma gayrullah” ölçüsünde yok olunmuş, nefis aradan çekilmiştir. “Ene”, unutulur, Hâlık ile olunur. Bu halin izahı zor ve mahzurludur. Şu kadar bilinmeli ki, bu haller bu yolun tabiî bir neticesidir. Ancak, yaşayanın halini izhar etmesi mahzurludur. Zira bu haller hususî hallerdir. Halbuki mü’min hususî hallerden değil, umumî kaidelerden yani İslâm’ın zahirî düsturlarından sorumludur. Mezkur hallerin izahı, zahire terslikmiş manzarası hissi verdiğinden bu halleri setretmek vaciptir.
Bu makam kutupluk makamıdır. Bu makam, yaşayanların idrak edeceği bir makamdır. Ki tasavvufun ve tabiatıyla Mevlâna’nın anlaşılmasında amel ve halin önemi ısrarla zikrolunmaktadır.
Nefs-i safiye (kâmile), insanlar için takdir olunmuş en yüce makamdır ki, bu makam insanı melekler seviyesine ulaştırır. Bu makam kemâlat makamıdır. Bu makamı elde eden insan Cenab-ı Hak tarafından insanları, nefslerini terbiye yoluyla kemâle ulaştırmak için görevlendirilir. Mevlâna, bu yüce mertebeyi kazanmış bir Hak dostu, bir mürşid-i kâmil ve bir peygamber varisidir.
Görüldüğü üzere Mevlâna’nın şahsında, İslâmî bütünlük içinde velayet yolunun önemini, Hakk’a yolculukta kâmil mürşidin hayatî ehemmiyetini anlıyoruz. Keza, bu çerçevede kulluk yolunda seyr ü sülûkün ve nefis terbiyesinin zaruretini de vurgulamış oluyoruz.
Bu noktada işin fiiliyatına parmak basmak tabiî bir sonuçtur. Yani, bu kadar önemi olan velayet yolunda irşad olayı nasıl olmaktadır? Zira bir şeyi teorik anlatmanın -gereği yapılmadıkça- matlup olan neticeyi hasıl etmeyeceği açıktır. Hem matlup olan maksadın açıklanması hem de bu mânâda Mevlâna’daki derinliği daha iyi anlamak için “Velayet ve İrşad” gerçeğine işaret etmek büyük önem taşımaktadır.
Velayet ve irşad, İslâm’ın mesajının insanlar tarafından anlaşılması, gaye olan Allah’a kulluğun gerçek anlamda gerçekleşmesi bakımından meseleye boyut kazandırmaktadır.
Bu konu Mevlâna’yı anlamak açısından önem taşıyor. Zira Mevlâna, velayet yoluyla, kâmil mürşidlerin eliyle yetişmiş bir kâmildir. Keza kendisi, yine velayet yolunda bir mürşid-i Kâmil olarak hizmet etmiş, binlerce insanın hidayet ve kurtuluşuna vesile olmuştur. Yani Mevlâna, hem mürid, hem de mürşid olarak velayet ve irşad gerçeğinin müşahhas bir örneğidir.
Bu hallerden sonra Bekâ Bi’llah, Bekâ Ender halleri zuhur eder ki, bunlar çok yüce hallerdir.
Bu izahlardan anlaşılan, nefsin; mürşidin, Peygamberin ve yüce Cenab-ı Hakk’ın zatında yok olma hallerinde nefsin yedi mertebesine nasıl tırmandığı hususudur. Burada anlatılan gerçekler, anlatılamayanlara nispetle deryada bir katre misali gibidir. Aslolan, bu hallerin ilim olarak bilinmesi yanında amel ve hal olarak yaşanmasıdır. Zaten bu ulvî yolun yolcusu, Hak dostu Mevlâna, “Ben ol da anla!” dememiş miydi?
Demek Mevlâna’yı anlamak, ilim sahibi olmaktan ziyade amel ve hal sahibi olmayı gerektirir. Bu temel kural asla unutulmamalıdır. Zaten Mevlâna’nın anlaşılamaması yahut saptırılması, idrak zaafiyetinden yahut bu temel kuralın kavranamamasındandır.